“Mademki Ankara bir tavır, bir duruştur, bir görgü, bir hayata bakıştır, Cumhuriyet’in ta kendisidir; işte o yüzden Ankara diye insanlar vardır.”
Bize, iyilik denen şeyin zayıflık veya eziklik değil, tam tersine bir şehri yoktan var eden temel bir güç olduğunu anlatıyor. Onun kitaplarında yüreğimizi titreten, sarıp sarmalayan bir samimiyet ve naiflik var. Bige Güven Kızılay tam da kitabında bahsettiği o insanlardan.
Bige Güven Kızılay’ın Kitapları; Kehribar Zamanında Aşk, Kırk Yama, Kayıp Hayaller Koruyucusu, ‘Hayal Ağacım; İğde, Erguvan, Zeytin, Mimoza’, Emanet ve Ankara Diye İnsanlar Vardır.
Hayat hikayenizi, Ankara Diye İnsanlar Vardır kitabında okuduğum için sizi tanıyor gibi hissediyorum kendimi. Kitabı okumayanlar için sorsam size; kimdir Bige Güven Kızılay?
Zaten bu soruya cevap verirken ilk kurduğum cümlenin “Ankaralıyım” diye başladığını fark edince Ankara Diye İnsanlar Vardır’ı yazmaya karar verdim. Beni ben yapan en önemli unsur o çünkü. Ankara’da doğup büyüdüm, ilk, orta ve liseyi TED Ankara Koleji’nde okudum. ODTÜ Sosyoloji bölümünden mezun oldum. İş hayatına Sümerbank gibi köklü bir Cumhuriyet kurumunda başladım ve uzun yıllar tekstil sektöründe yöneticilik yaptım. 96 yılında hiç istemeyerek de olsa kariyerim nedeniyle Ankara’dan ayrılmak durumunda kaldım. Üç sene İzmir’de yaşadım. 99 yılından beri de İstanbul’dayım. Yazar olmak çocukluk hayalimdi, 2015’ten beri de bu hayalime kavuştum.

Kolejde beşinci sınıftayken Orman Bakanlığı’nın düzenlediği kompozisyon yarışmasında Türkiye birincisi olmuşsunuz. Yazarlığınızın ilk tohumları o yıllarda atılmış diyebilir miyiz?
Evet, o ödülün bugün olduğum yerle çok ilgisi var gerçekten. Ben kendimi bildim bileli yazmayı çok severdim. Sadık bir dost gibidir yazma aşkı bende. İlkokul arkadaşlarıma beni sorun hepsinin ilk sözü, kompozisyon olur. Bayılırdım o derse. Yanlış hatırlamıyorsam Cuma günleri olurdu, benim Perşembe’den heyecandan uykum kaçardı, ne konu verecekler, nasıl yazacağım diye…İşte o ödül, bana hayatta en sevdiğim şeyde başarılı olduğumu gösterdi.
ŞİKÂYET YERİNE, ÇÖZÜMÜN BİR PARÇASI OLMALIYIZ
2015 yılında yayımlanan ilk romanınız Kehribar Zamanında Aşk, anneanne ve dedenizin gerçek hayat hikayesini anlattığınız bir dönem romanı. Aşkı, insanların emek vererek, gayret ederek, çalışarak, sabrederek, dürüstlükle, hevesle, coşkuyla ve nihayetinde “hak ederek” yükselip, saygıdeğer olabildiği zamanları anlattığınızı söylüyorsunuz bir röportajınızda. O yıllara hepimiz özlem duyuyoruz. O zamanların masumiyetine nasıl döneceğiz, dönebilecek miyiz?
O romanla ilgili en çok duyduğum yorumlardan biri, okurların başucuna koyup birkaç kez okuduğu. Bu beni çok duygulandırıyor. Nedeni de şu bence. O duyguları özlüyor herkes, o sıcaklığı, o aile bütünlüğünü, Cumhuriyetin o ilk yıllarının hiçbir engelden yılmayan şikâyet etmeyen çalışkan insanlarını. Dikkat ederseniz, çocuklara koyulan isimler bile o devrin bakış açısını yansıtır Babamın ismi Yılmaz. Annemin ismi Ülkü. Anneannem Münevver, yani aydın demek. Bugünle o günü karşılaştırdığımızda en büyük fark tam da bu: bakış açısı. O özlediğimiz günlerde insanlar var olana şükredip, şikâyet edeceğine çözümün bir parçası oluyordu. Birbirlerini eleştirmekten çok, kazanmaktaydı odak. Bugün ise eksiklerimize odaklandığımız, bolca şikâyet edip çözüm için zerre kafa yormadığımız akla ziyan bir ruh halindeyiz. İnsan en çok istediği değişime kendini değiştirerek ulaşabilirmiş. Çözüm çok basit aslında. İçimizde bir yerde o günlerin özlemiyle kıvranan masum çocuklar var. Onlara bir kulak verebilsek kaderimiz değişecek.

“KÖY ENSTİTÜLERİ” GERÇEKLEŞEN BİR ÜTOPYADIR
Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir eğitim modeli olan Köy Enstitüleri’ni anlattığınız Emanet Romanınızı okuyunca gözlerim yaşardı. Keşke hayal edildiği gibi o zamanlar sayısı 40.000 olan köylerden bir çocuk, Köy Enstitülerinde yetişseydi. Şu anda bambaşka bir Türkiye’de yaşıyor olabilirdik öyle değil mi?
Mükemmel bir eğitim modeli. Dünyada eşi görülmemiş bir planlama, detaylandırma. Her köyden bir çocuk eğitilebilse, 40.000 öğrencinin eğitimi tamamlanabilse bugün sadece Türkiye değil, “dünya” düzeni bambaşka olurdu bence. Çünkü bu model tüm geri kalmış ülkeleri de ayağa kaldıracaktı. O çocuk kendi çıktığı köye döndüğünde kalacağı evi, ekeceği toprağı, alacağı maaşı, öğrencileri okutacağı okulun mimarisine kadar ince ince düşünülmüş. On yıl gibi bir süre öngörülmüş. İlk 4 senesi bana göre altın hasat. Yücel ve Tonguç Babanın projenin başında olduğu dönem. Ne yazık ki çok hoyrat ellere geçiyor sonradan. 40.000 olarak hedeflenen rakam 17.000’de kalıyor. Ama ne olursa olsun, ben hep şunu söylüyorum, gerçekleşen bir ütopyadır Köy Enstitüleri ve bu topraklarda yaşandı bu mucize.

EN BÜYÜK CESARET
UMUDU TAZE TUTMAK
Ankara Diye İnsanlar Vardır romanında bahsettiğiniz gazeteci İngiliz kadının, Türkleri “yakınmayan insanlar” olarak tanımlaması, “onların hem en büyük zayıflığı hem de en büyük gücü burada işte” demesi çok etkileyici geldi bana. Bizler o günkü inancımızı gücümüzü tekrar kazanmak için neler yapmalıyız?
“Şikâyet diyeti”ne girmeliyiz öncelikle. Yıllar önce bir yazı yazmıştım bu konuda. İnsan şikâyet ettiği konuda hiçbir ilerleme kaydedemez çünkü. Şikâyet kendine acıma ve umutsuzluk getirir. Umutsuz insan da tembel ve âtıl insandır. Hiçbir konuda gayret etmez, mücadele etmez, kimseye empati göstermez, yardım etmez. Kurban rolündedir.
Bence bizi üzen, kaygılandıran her olaya baktığımızda, şu soruyu sormalıyız kendimize, “Benim yapabileceğim bir şey var mı?”
Var mı? O zaman yap. Ertelemeden işe giriş. Yok mu? O zaman odağını katkıda bulunabileceğin yere çevir. Başka bir deyişle reaktif değil, proaktif davran.
Ben konuya bu pencereden bakmayı tercih ediyorum. Her devrin cesaret gerektiren tavrı farklı. Bu devirde en büyük cesaret umudunu taze tutmak.
KIZILCA GÜN, ANKARALININ KADERİNİN YAZILDIĞI GÜN
Ankara’yı yoktan var eden Mustafa Kemal Atatürk’e teşekkürle başlıyor romanınız. Ankaralı Seymenler Namazgâh Tepesinde Ata’larını bağırlarına bastığında mı değişti sizce Ankara’nın ve Ankaralının kaderi?
Kesinlikle. Dedem 1920 doğumluydu. İşgali de görmüş, savaşı da kurtuluşu da. Çok sevdiğim bir sözü vardı, “Evladım, zamanında Ankara Mustafa Kemal Paşa’yı böylesine bağrına basmamış olsa, şimdi kıyıda köşede kalmış bir taşra kentiydi” derdi. Çok inanırım ben bu söze. Biz yine Ankara’da doğmuş olabilirdik, ama bugünkü insanlar olmazdık. O yüzden “Ankara Diye İnsanlar Vardır” Kızılca Gün’de başlar. Paşanın Ankara’ya geldiği gün. Çünkü gerçekten Ankaralıyım diyen herkesin kaderinin yazıldığı gündür o.

“Atatürk demek aydınlık değerlerin, erdemlerin hepsi demektir. Onu sevmeyen o değerleri reddediyordur. Onu sevmeyeni sevme canım kızım.” Emanet romanında Hamdi dedenin bu öğüdüne bayıldığımı belirtmek istiyorum. Bizi biz yapan değerlerimizi herkese hatırlatmak için bizler bireysel olarak neler yapmalıyız?
Ne yazık ki tarih dersi, müfredat seçimi nedeniyle çok sıkıcı anlatıldı bizlere. Hep ezberden gidildi. Oysa bence mutlaka tüm öğrenciler Çanakkale’ye gitmeli, o savaşın detaylarını orada öğrenmeli. Muharebe alanlarını mutlaka küçük yaştan ziyaret etmeliler. Kurtuluş Savaşında Mehmetçiklerin nasıl altı yarık çarıklarla kilometrelerce yürüdüğünü bilmeliler. O çarıkları giyip, birkaç kilometre olsun yürümeliler. Vatan kahramanlarını ulaşılır ve kendini yerine koyabilecekleri kişiler haline getirerek anlatmalıyız onlara. Bu ülkede başka hiçbir ülkeye nasip olmamış bir mucize vardır. Turgut Özakman’ın kitapları mutlaka okunmalı mesela. Ya da Şevket Süreyya Aydemir’den Tek Adam. Tarihi çocukların ilgisini çekecek bambaşka kaynaklardan öğretebiliriz, gazete manşetleri örneğin, çok ilgi çekici olabilir. Bu konuda kesinlikle ezber eğitimden çıkıp yepyeni yöntemler kullanmalıyız diye düşünüyorum.
CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA YAŞAMAYI ÇOK İSTERDİM
Çok üretken bir yazar olduğunuzu düşünüyorum. Romanlarınızı nasıl bir motivasyonla ve ilhamla yazıyorsunuz?
Benim için konu gelir öncelikle. İlham perisi diye bir şey olduğu kesin. Örneğin Köy Enstitüleri hakkında bir kitap yazmaya karar verdiğim an şimdi bile gözümün önündedir. Talip Apaydın’ın bir yazısını okumuştum, “Bayramlarda Çalışırız Bayramlar İçin”. Hayatımda hiç bu kadar duygu yoğunluğu yüksek bir metin okumadığımı düşünmüştüm. Ve o gün gözyaşları içinde vermiştim kararımı, ben bu konuda roman yazacağım diye.
Romanlarınızla geçmişe yolculuk yapıyoruz. Siz zaman yolcusu olabilseydiniz nerede, hangi zamanda olmak isterdiniz?
İlk aklıma gelen Ankara elbette. Kızılca Gün Mustafa Kemal Paşa’yı karşılayanlardan biri olmak isterdim. 30 Ağustos haberinin alındığı gün, Cumhuriyetin ilan edildiği gün. Yani aslında seçme şansım olsa, Cumhuriyetin o ilk yıllarında yaşamayı çok isterdim.

İYİLİK BİR OLUŞ BİÇİMİDİR
Sosyal medyada yaptığınız son paylaşımınız, “toksik iyilik” kavramı üzerineydi. “İyimserlik, toksik iddiasında olduğu gibi insanı paralize eden bir tavır değildir. Tam tersine insanı iyi manada harekete geçirir. İyimser insan bir tavırla, bir cümleyle nasıl esaslı bir kelebek etkisi yaratabileceğini bilir.” diyorsunuz. Tüm negatif söylemlerin, olumsuzlukların, üzerimize yağmur gibi yağdığı günlerde, iyimser kalabilmek için nasıl tavsiyelerde bulunursunuz?
Öncelikle şunu bilmek lazım. Okuduğumuz her habere, izlediğimiz her videoya inanmamak gerekiyor. Çünkü bence korkunç bir algı yönetimi altındayız. Hedef de güvensiz, umutsuz insanlar yaratmak. Gelecekten hiçbir beklentisi olmayan, beynini yapay zekaya teslim etmiş, ürkek, birbirine güvenmeyen karamsar insanlar yaratmayı hedefleyen bir sistem var. Bunun bir “zorlama” olduğunu fark etmek lazım. Sürekli kötü haber okumak, bunları paylaşmak, anlatmak aslında kötülere hizmet etmekten başka bir şey değil. Çoğu iyi insanın adeta kötülerin yayın organı gibi davranmasını hayretle izliyorum ben. Sanki dünyada ve ülkede hiç iyi bir şey olmuyormuş gibi bir algı yaratmaya çalışılıyor.

İyilik enayilik değil, bir oluş biçimi. İyi insanlar azalmadı, susuyorlar sadece. O yüzden iyi haberleri yayıp, arayıp bulup, başarılı insanları onurlandırmamız lazım. Birbirimize nezaket göstermemiz lazım. Bu AVM’de tuvaleti temizleyen bir abla da olabilir, yolda mendil satan çocuk da. Yeniden empati göstermemiz lazım birbirimize. Çünkü geçmişle bugün arasında en önemli fark bu. Türkiye’nin başka ülkelere karşı en büyük farkı da bu.
Zor zamanlarda muhteşem kenetlenebilen bir milletiz biz. O yüzden iyilere odaklanmak. Kötü dizileri, videoları izlememek, güzel müzikler dinlemek, yüzümüzü biraz daha doğaya dönmek, şükretmeyi hatırlamak lazım. Güleceksiniz şimdi ama benim kendimi kötü hissettiğim zamanlarda ilaç niyetine yaptığım bir şey vardır mesela, nar ayıklarım. O bana doğanın cömertliğini, en olmadık yerde ve zamanda bile mucizelerin pırıl pırıl nar taneleri gibi avcuma dökülebileceğini anlatır.

Çok teşekkür ediyorum röportaj talebimi kabul ettiğiniz için. En kısa zamanda Ankara’da birlikte kahve içme umudumla, güzel günler diliyorum size.
